***


 
HAKK YOLU; İLİM VE İRFAN KAPISI...
ANA SAYFA
2018 UMUTLARIMIZIN YEŞERECEĞİ BİR YIL OLSUN
"OKU-İKRA" İLAHİ EMRİ'NİN SIRRI VE MANASI!..
İKRA-OKU İLK İLAHİ EMİR!
OKU - İKRA "ALAK SURESİ VE MEALİ"
İLK AYET "ALAK SURESİ" - ELMALILI TEFSİRİ
SEVGİ - ŞEFKAT - MERHAMET!...
KENDİNİ BİLMEK; OKUMAK VE İLİM SAHİBİ BİREYLER OLMAK!
ALAK SURESİ İLK 5 AYETİ VE "LEDÜNNİ MANASI"
ALAK SURESİ'NİN SIRRI VE KERAMETİ
CEBRAİL (AS)'IN TEBLİĞ ETTİĞİ İLK VAHİY'DE "OKU" DEMESİNİN SIRRI NEYDİ?
HZ. MUHAMMED (SAV) NEYİ "OKU"-DU!..
PEYGAMBERLİK İÇİN İLK ADIM VE HİRA MAĞARASI
"KUR'AN-I KERİM HAKK KELAMI" ZİKİRLERİN EN YÜCESİDİR!
KUR'AN-I KERİM'İN EN SON HALİNİ ALMA SAFHALRI
HZ. MUHAMMED (SAV)'E DİĞER AYETLERİN İNMESİ
KUR'AN-I KERİM'DE "İLK AYETLER"!
HZ. MUHAMMED (SAV)'E İLK AYETİN İNDİĞİ HİRA MAĞARASI
HIRA DAĞI ETEKLERİ SANKİ ÇÖP YIĞINI OLMUŞ!
MUTLAKA İZLENMESİ GEREKEN VİDEOALAR (İLAHİ GİZEMLER VE SIRALAR)
KUR'AN OKUMAYI ÖĞREN!
KUR'AN-I KERİM'E DOKUNABİLMEK VE OKUYABİLMEK İÇİN "ARINMAK" ŞART!
KUR'AN-I NEDEN ANLAMIYORUZ YA DA ANLAYAMIYORUZ?
KUR'AN-I KERİM NASIL "ANLAŞILIR" YA DA "ANLAYABİLİRİZ?"
KUR'AN RUHUYLA KUR'AN-I OKUMAK!
KUR'AN-I ANLAMANIN YOLU!
KUR'AN-I KERİM'İN SIRRI!
KUR'AN-I KERİM'İN DERİNLİĞİNDEKİ İLAHİ SIR PERDELERİ
KUR'AN-I KERİM'İN SIRLARI VE ÇÖZÜMÜ!
KUR'AN GERÇEKTEN O'NA SARILANLARA SIRRINI AÇAR!
ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR'ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ
FATİHA SURESİ VE ALLAH'A HAMD
BİSMİLLAH'IN SIRRI!
BESMELEDEKİ SIRRI ANLAYABİLMEK!
FARKLI DİLLERDE KUR'AN-I KERİM
DİYANET KUR'AN PORTALI - KUR'AN-I KERİM OKU!..
KURAN EXPLORER - MEŞHUR HAFIZLARDAN KURAN OKU DİNLE!
MEALLİ KUR'AN-I KERİM DİNLE
"ÇOK ZİKREDEN DELİ OKUR" MU?
CEVŞEN'ÜL KEBİR DİNLE
RİSALE-İ NUR OKU
HZ. MUHAMMED (SAV) ASLINDA NEYİ "OKU" DU!
PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED (SAV)'İN HAYATI
SEVGİLİ PEYGAMBERİM (SAV)
HZ. MUHAMMED (SAV)'İN HAYAT BELGESELİ
HZ. MUHAMMED (SAV)'İN VEDA HUTBESİ
HZ. MUHAMMED (SAV)'İN ALTIN ÖĞÜTLERİ
HZ. ALİ (RA. AS)'DAN ÖĞÜTLER!
120 BİN SALAVAT DEĞERİNDE "SALAVAT-I FATİH"
SALAT-İ NARİYE OKU
HAFTANIN 7 GÜNÜ HZ. MUHAMMED (SAV)'E SALAVAT OKU!
AHMED HULUSİ KİMDİR?
HZ.MUHAMMED'İN MUCİZEVÎ TESPİTİ
AHMED HULUSİ'DEN YANSIMALAR...
AHMET HULUSİ VİDEO KÖŞESİ-1
AHMED HULUSİ VİDEO KÖŞESİ-2
AHMET HULUSİ ESMAÜL HÜSNA VE KUR'AN-I KERİM HATMİ
OK TAKİPLİ KURAN OKU!
KUR'AN-KERİM'DE RUKYE - ŞİFA AYETLERİ
BAKARA SURESİ VE FAZİLETİ
AYETEL KÜRSİ ARAPÇA OKUNUŞU - MEALİ - FAZİLETLERİ
AMENERRASULÜ ARAPÇA OKUNUŞU - MEALİ - FAZİLETİ
YASİN SURESİ - FAZİLETİ - OKUMA İSHAK DANIŞ
FETİH SURESİ - FAZİLETLERİ - ARAÇA OKUNUŞU VE MEALİ
RAHMAN SURESİ MEALİ VE FAZİLETLERİ
MÜLK SURESİ VE FAZİLETLERİ
MUAVVİZETEYN SURELERİ
CEVŞEN - İHSAN ATASOY - MEALLİ FULL
19'LU SEKİNE DUASI MEALLİ
ESMA'ÜL HÜSNA SESLENDİREN ENGİN NOYAN
HIFZ AYETLERİ (CİNLERDEN KORUNMA)
KABE'Yİ UYDUDAN İZLEYİN!
KIYAMETİN KUYRUKLU YILDIZALRI!...
2030 KABE'Sİ YENİ PROJE - YENİ DİZAYN ÇALIŞMALARI
YURDUMUZU TANIYALIM!
DİĞER WEBSİTELERİMİZ
LÜTFEN AKKETİMİZE KATILIN!
İletişim
 


***

İKRA-OKU İLK İLAHİ EMİR!



İKRA NEDİR?


 

Ikra nedir?

Ikra, Arapça bir kelimedir. Ikra; Hz. Muhammed (S.A.V) inen ilk Vahy'dir ve "Oku" anlamına gelmektedirikra

Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Allah’tan aldığı ilk mektuptur bu. Ve ilk mektupla gelen ilahi emir; Okudur. Mektubun sahibi Allah (C.C.), postacısı Cebrail (A.S.), alıcısı da peygamber (S.A.V.)’dir.

Bu İlahi emir gösteriyor ki; İslam Medeniyeti’nin vazgeçilmez prensibi okumaktır yani Ikra'dır. Çünkü dinin muhatabı akıl sahibi insanlardır. Aklın gıdası bilgi, bilginin anahtarı ise okumaktır.


 

"İKRA" = "OKU" SÖZ’ÜNÜN ANLAMI 

İKRA = Oku! diye öğretilen kelimenin ASLI (gerçek anlamı):

İkra sözcüğü, karae fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice ve Süryanicede de mevcuttur. Meselâ, şu anda bile Süryanicede “oku­mak” sözcüğü için kıryono kullanılır. İkri sözcüğü de “adımla, oku” anlamındadır. Araştırmacılar ikra sözcüğünün hangi dilden diğe­rine geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildirler.
Henüz defter-kitap ortada yokken karae sözcüğü, “hayız kanının rahîmde toplanması ve dışarı atılması” anlamına üretilmiş [vaz edil­miş] ve zaman içerisinde de kadınların hayızlı günleri ile hemen arkasından gelen kanamasız günleri kapsayan dönemlerin adı olarak kullanılmıştır.
Nitekim sözcüğün Bakara Sûresinin 228. Âyeti’ndeki kullanımı da bu anlamdadır.

ve el mutallakâtu : ve boşanmış kadınlar
yeterabbasne : dururlar, beklerler
bi enfusi-hinne : kendi kendilerine
selâsete : üç
kurûin : dönem (hayz zamanı)

Daha sonra sözcük, istiare = ödünç alma yoluyla “bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek” anlamında kulla­nılmaya başlanmıştır. “Develerin hamile kalarak yavruyu rahîmde ta­şıyıp sonra da doğurmasına” karaet’in-nâkatu denilirdi.

Aynı sözcük, yukarıdakilere ek olarak “harfleri, kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme” ey­lemi için de kullanılmaktadır. Zaten bu sözcüğün “okumak” anlamında kullanılma nedeni de budur.

Ne var ki, karae sözcüğünü “okumak” diye çevirmek yeterli olmadığı gibi, böyle çevrilmesi onun Kur’ân’da neden kullanıldığını anlamak bakımın­dan da yanlış sonuç verir. Çünkü Türkçede kullanılan “okumak” sözcüğünün karşılığı, Arapçada tilâvet ‘tir. Buna, hazırdaki bir met­ni okumak diyebiliriz.

Ancak Kur’ân’ın ikra sözcüğü ile bu anlamda bir okumayı kastetmediği açıktır. Nitekim Biz sana biriktireceğiz ve dağıttıracağız, sen de unutmayacaksın/terk etmeyeceksin. A’lâ Sûresinin 6. ile Kıyâmet Sûresinin. 17–19. Âyetlerinde tekrarlanan benzer ifadeler de göstermektedir ki, kıraat, “ön­ce bir şeyleri zihinde, kitapta vs. toparlayıp-hazırlayıp, sonra başka­larına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır.” Bir gazeteyi, dergi ve­ya kitabı sessizce okuyup bir şeyler öğrenmek, kıraat sözcüğünün ifade ettiği “okumak” değil; tilâvet sözcüğünün ifade ettiği “okumaktır.” Görüldüğü üzere ikra sözcüğünün temel anlamı tek bir sözcükle ifade edilememektedir. Meal ve tahlilde ikra sözcüğüne “oku” diye anlam vermiş olsak bile, doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu husus dik­katten kaçırılmamalıdır.

Bu durumda, konumuz olan ikra emrinden, Peygamberimizde bir şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerekir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz Allah’tan bir şeyler öğrenecek; öğrendiklerini de insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir. Kendisine ikra ile emredilen [verilen görev] işte budur. Bu konuda şu Âyetlere bakılabilir: İsrâ Sûresinin 14, 45, 93, 106; Nahl Sûresinin 98; Şu’arâ Sûresinin 199; A’râf Sûresinin 204; İnşikak Sûresinin 21; A’lâ Sûresinin 6. ve Müzzemmil Sûresinin 20 . Âyetleri.

Ancak unutulmamalıdır ki, bu Âyetler kendisine vahyolunduğu zaman Peygamberimiz henüz neyi okuyacağını, zihninde neyi topar­layacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağı­nı bilmemekteydi.
Hûd Sûresinin 1. Âyetinde belirtildiği gibi, Kur’ân’ın önce ihkam [yasalaştırma], sonra tafsil [detay, ayrıntı] üslûbu doğrultusunda olmak üzere, Kur’ân’ın önsözü mahiye­tinde olan bu Sûrede işaret edilenler, ileriki Âyet ve Sûrelerde detaylandırılacaktır.
Kur’ân sözcüğü de bu kökten türetilmiş “furgan” kalıbında mas­tar ve isimdir. Allah’ın son vahyine isim olarak koyduğu bu sözcük, “emir, nehiy, kıssa, toplanıp dağıtılan [Allah'tan alı­nıp, kullara tebliğ edilen], Allah’tan öğrenilip kullara öğretilen” anlamına gelmektedir.

Özetle, ikra emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde “vahyolunacakları zihninde toparla/oku/dağıt, tebliğ et” anlamına gelir.
Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup yerine getirilecek görev­de kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.

Not= Bu yazının büyük bölümü hemşehrim İzmirde yaşayan Hakkı Yılmaz hocamızın yazılarından alınmıştır.kendisine teşekkürlerimi bildiririm.


 

Kaynak:http://www.bilimfelsefedin.org/
Kaynak:
http://ikra.nedir.com/#ixzz3EqHgAX72


OKU-İKRA İLK İLAHİ EMİR!

 

610 senesinin Ramazan ayı… İnsanlık tarihinin en önemli olayı yaşanır. Hz. Muhammed, vahye hazırdır artık. Son altı aydır görmekte olduğu rüyalara bir yenisi daha eklenir. On gün kadar sonra gerçekte yaşayacağı vahiy olayını ilkin rüyasında görür. ALLAH böylelikle O nu bu şok edici, ağır olaya hazırlar. Fazla yıpranmaması sağlanmış olur.

Ve tarihler 610 senesi ramazanının 27. gecesi gösterdiği anda ilk vahiy inmeye başlar. Gecenin ilerlemiş bir saatidir, Hz. Muhammed, başını mağaranın duvarına yaslamış uyumaktadır. Anlayamadığı bir varlık tarafından anlayamadığı bir biçimde uyandırılır önce, mağara nur dolmuş, her yan ışıl ışıl parlamaktadır. Şaşırır, korkar… Her yönden aynı anda gelen bir ses, bütün benliğini doldurur:

“Oku!”

Şaşkınlık ve korkuyla cevap verir:

“Ben okuma bilmem ki!” Göremediği bir kuvvet tarafından şiddetle sıkıldığını hisseder. Kaburgalarının çatırtısını duyar, ölecek gibi olur. Ses, tekrarlar:

“Oku!" O, yine :

“Ben okuma bilmem ki!”, der. Ve tekrar aynı şekilde sıkılır. Aynı emir bir kez daha yinelenir:

“Oku!” O, ise üçüncü kez okuma bilmediğini tekrarlar. Bütün “Oku!” emirleri ve sıkıp bırakmalar, Hz. Muhammed’in vahiy hazırlığının son aşamalarıdır. Çünkü O bir insandır ama vahiy olayında insandan bambaşka bir canlı türü olan melekle doğrudan iletişim kurması gerekmektedir. Bunun için de ya meleğin insanlaşması ya da insanın melekle aynı yaşam boyutuna geçmesi şarttır. Daha sonra vahiy indirilirken melek Cebrail’in insanlaştığı ve Hz. Muhammed’in yaşam boyutuna geçerek O nunla iletişim kurduğu da görülecektir ama bu ilk olayda ALLAH’ın dileği, Hz. Muhammed’in melekleşmesi şeklindedir. Tekrarlanan oku emirleri ve o sıkıp bırakmalar da işte buna yöneliktir. İlk üç “Oku!” emrine verdiği “Ben okuma bilmem ki!” cevabı hala bilincinin yerinde olduğunun yani hala insani yaşam boyutunda bulunduğunun göstergesidir. İlk üç sıkmadan sonra istenilen gerçekleşir ve Hz. Muhammed, deyim yerindeyse tam olarak vahiy moduna geçer. Melek Cebrail üzerinden, ALLAH’tan insana doğru kutsal bir iletişim kurulur, vahiy denilen o manevi nehir çağlamaya başlar:

“Oku! Yaradan Rabbinin adı ile! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir.” (Alak,96:1-5)

İlk vahiy aynı zamanda hangi anlam ve biçimde olursa olsun her tür okumanın ancak ALLAH’ın ismiyle, yani O na dayanarak, O nun gösterdiği bakış açısıyla gerçekleşebileceğini, O nun işaret ettiği değerlerden yola çıkmayan bilgi ve bilinç sahibi olma girişimlerinin kişiyi hiçbir yere götürmeyeceğinin habercisi olur.

Ve ilk vahyin “Oku!” emriyle başlıyor oluşu bu işin Hz. Muhammed’in zaman içinde kendi düşünce süreci sonucunda oluşan bir şey olmadığının da göstergesidir. Eğer öyle olsaydı ilk ifade şekli başka bir iradenin komutu şeklinde olmayacaktı.

Hz. Muhammed gösterdiği ilk tepkiyle kendisinde peygamber olacağına dair en küçük bir tahmin ve ön hazırlık bulunmadığını, tam aksi büyük bir tevazu içinde olduğunu da kanıtlamış olur.

Ama niçin Hz. Muhammed seçilmiştir? Bu sorunun cevabı O nun arkada bıraktığı 40.5 senelik yaşamda gizlidir. Özellikle de son beş senesinde. Evet, Son Elçi olarak O seçilmiştir. Çünkü O nun yaşadığı dünyada ALLAH’ı, insanı, Evren’i, bu ikisinin var oluş amacını ve insanlığı bunaltan sorunları, O ndan daha çok düşünen, bunların çözümünü kendine O ndan daha çok dert edinen başka biri yoktur. Ve işte bu yüzden bütün o soruların yanıtları ve sorunların çözümleri O nun eliyle insanlığa ulaştırılacaktır.

O nu Son Elçi yapan neden budur.

İlk vahiy bu beş ayetle son bulur. 20. yy. ın önemli İslam düşünürü Mevdudi, bu olayı şöyle yorumlar:

“Vahyin gelişiyle ilgili, bu ilk tecrübe idi ve Hz. Peygamber bundan ilk kez geçiyordu. Bu ilahi mesajda kendisinin ne kadar büyük bir mevkiye getirildiği belirtilmemişti. İlerde kendisini ne gibi bir görev beklediği açıklanmamıştı. Aksine, bu ilk ve belki de eksik bir tanışma idi. Maksat Hz. Peygamber’i fazla heyecanlandırmamak, yıpratmamaktı. Bu ilk ve ani şok geçtikten sonra kendisi zihnen vahyi kabul etmeye ve peygamberlik görevini yürütmeye hazır olunca ayrıntılara girilecekti. Nitekim böyle yapıldı.”

Sonra mağara eski karanlığına ve sessizliğine bürünür. Hz. Muhammed yorgun ve heyecan içindedir. Dışarı çıkar, Mekke’ye yönelir. Ve Cebrail, bir kez daha belirir. Bu kez görünmektedir. Görüntüsü bütün göğü kaplamıştır. Artık vahyin dışında bir nitelikle konuşmaktadır. Sanki dev bir insan gibidir:

“Ey Muhammed’” der. “Sen ALLAH’ın Elçisisin. Ben ise Cebrail’im.” Olduğu yere çakılıp kalır. Uzun bir süre hiç kıpırdamadan, bakışları göğe sabitlenmiş durumda bekler. Mevdudi’nin sözünü ettiği aşamaların ikincisine geçilmiştir. Yavaş yavaş kim olduğu ve kendisinden ne beklendiği iletilmeye başlanır.

Eve, Hadice’nin yanına vardığında heyecanı hala geçmiş değildir. Titremektedir. Sadece:

“Beni örtün!” diyebilir. Biraz kendine gelince de merakla başında beklemekte olan Hadice’ye yaşadıklarını bir çırpıda anlatır. Hadice’nin işi O nu sakinleştirmek olur:

“Ey amcamın oğlu” der, “Korkma! ALLAH seni korur. Zarar görmene izin vermez. Çünkü sen akrabalarını gözetirsin, acizlerin yükünü paylaşırsın, yoksula yardım eder, doğru konuşursun ve emanete de sahip çıkarsın.” Sonra birlikte Hz. Hadice’nin kuzeni Nevfel oğlu Varaka’nın yanına giderler. Varaka, Mekke’nin en bilgililerinden biri ve ALLAH’ın birliğini kabul etmiş bir Hristiyandır. Hz. Muhammed’i dikkatle dinler. Sonra da:

“Sevin ey Muhammed!” der. “Çünkü sen gelmesi beklenen Son Elçi’sin! Sana görünen de peygamberlere vahiy getiren melek Cebrail’dir. Eğer insanları açıkça dinine davet edeceğin günlere yetişebilirsem sana ilk iman edeceklerden biri de ben olurum. Eğer toplumun seni bu şehirden sürgün ettiklerinde hayatta olursam ben de seninle beraber göçerim!”  Hz. Muhammed bir kez daha şaşırır ve sorar:

“Halkım beni kendi şehrimden sürgün mü edecek?” bilge Varaka başını acı acı sallar:

“Senin getirdiğin şeyleri getiripte insanlardan düşmanlık görmemiş kim vardır ki?”

Yazar: 


 

                                                                  ***

Değerli kardeşimiz;

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:

"Oku!"
Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!
"Ben okuma bilmem." diye cevap verdi.
Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar,
"Oku!" diye seslendi.
Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi:
"Ben okuma bilmem!"
Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:
"Oku!"
Bu sefer Fahr-i Kâinat:
"Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım?" dedi.
Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:

"Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir." (bk. Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 3; Müslim, İmân, 252)

Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti. O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.

Rabbinin adıyla oku!.. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne okuyayım, demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim" demişti.

Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan, terbiye eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur:

"Gerçi sen bu zamana kadar okumadın.

"Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut, 29/48)

kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin...

"Sen önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52)

Fakat işte yaratmak denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin ismiyle başlayarak oku!"

"Kur'ân okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a sığın." (Nahl, 16/98)

âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati, sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir.

Kitabın kitap olması için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka yazı şart değildir.

Gözle mütalaaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından dolayıdır. Resulullah'ın kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından kendine böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır ki, kendi kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve yazdırmayı kapsar.

İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan Ümmî Peygamber'e, bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak bir kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur. Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti ile anlatılmıştır.

"Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur?" gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği) ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

İSLAM’IN İLK EMRİ “OKU-İKRA”

İslam bir ilim ve irfan dinidir. Öğrenmeye, öğretmeye, incelemeye ve araştırmaya büyük önem vermiştir. Bilindiği gibi dinimizde ilk emir Oku şeklinde gelmiştir. Böylece daha başlangıçta Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy ile okumak emredilmiş ve insanın bilmediğini öğrenirken istifade ettiği kalemden ve öğretmekten bahsedilir. “Yaratan Rabbinin adıyla Oku O, insanı alak dan yarattı. Oku Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” Buyruluyor. Bu ayetler ,okumanın ve ilmin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu, dinin okumaya ve ilme ne kadar önem verdiğini gösteriyor.

Yaratan Rabbinin adıyla oku buyrularak Hz. Peygamber (sav)’in okuma faaliyetlerine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, yaratan Rabbin adıyla başlaması ve O’ndan yardım dilemesi emredilmiştir.

Cenabı Hak, Hz. Peygamber (sav)’e ilmin dışında herhangi bir şeyi kendisine artırması için dua etmesini emretmemiştir. “Rabbim İlmimi arttır de.” Buyurmuştur. Çünkü okumak sayesinde elde edilen ilim bitmek tükenmek bilmeyen bir hazinedir. İlim, yalnızca sahibine değil, başka insanlara, hatta diğer canlılara da yarar sağlar. Hz. Peygamber de çeşitli hadislerinde ilmi ve ilim sahibini övmüş, Müslümanları ilim öğrenmeye, okumaya teşvik etmiştir:

Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:

*Birincisi  Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse.

* ikincisi Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse dir.

Kim ilim tahsil etmek üzere bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır .
İlim tahsil etmek için yola çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.
Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Kuşkusuz melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile alim kişiye Allah’tan mağfiret dilerler. Alimin abide karşı üstünlüğü ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki alimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur…

Müslüman, beşikten mezara kadar ilim taliplisi olmalıdır. Zira, okumanın, araştırmanın ve ilim öğrenmenin belli bir yaşı yoktur. Hz.Peygamber (sav) hadislerinde; “ İlim tahsil etmek, kadın-erkek her Müslümana farzdır. Hikmet, özlü bilgi mü’minin yitiğidir, onu nerede bulursa  alır.” Buyurmaktadır.

Yüce dinimiz İslam’da okumak, ilim tahsil etmek beşikten mezara kadardır. Yani maddi ve manevi ilimleri kabiliyetimiz ve imkanımız ölçüsünde her yaşta öğrenme durumundayız. Fert ve toplum olarak refah ve huzur içerisinde, milli birlik ve bütünlüğümüzü muhafaza ederek, ülkemizin ve milletimizin dünyada modern kalkınmış refah düzeyi yüksek, insanca yaşam kalitesi oldukça mükemmel bir seviyeye gelmesini istiyorsak ; okumalıyız, okutmalıyız, ilme, eğitime-öğretime büyük önem vermeliyiz. Ancak bu sayede başarılı olabiliriz. Allah Rasulü (sav), bir hadis-i şeriflerinde “Ya Alim; öğretici ol, ya öğrenci ol veya dinleyici ol. Dördüncüsü olma helak olursun.” Buyuruyor.

Kur’an-ı Kerim’e göre, her türlü kötülüğün, batıl inanç ve sapık düşüncelerin, hatta şirk ve küfrün gerçek sebebi bilgisizlik ve cehalettir. Bu yüzden İslam’dan önceki karanlık devreye Cehalet Devri denilmiştir. Okumak, ilim tahsil etmek ise; küfrü, sapıklık ve karanlığı yırtan, hakikat yolunu aydınlatan bir nurdur. Hak- batıldan, hayır-şerden, iyi-kötüden, doğru-eğriden ilim tahsil etmekle, okumakla seçilir. Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın; hem dünyayı hem ahireti isteyen gene ilme sarılsın…

“Yuh size, Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza…” Enbiya: 67

Ve Mevlana ne güzel demiş:

 

*Yan!” diyorum içime! Sadece sen yan! Ve “Dayan!” diyorum gönlüme!.. ”
Herkes mutlu olsun! Sen dayan!..” AŞK dediğin ya Allah’tan gelmeli…ya
Allah İçin olmalı…Ya da Allah’a ulaştırmalı; yoksa yerle bir olmalı…
( Hz.Mevlana )



*Bana beni anlayan biri lazım şimdilik sustum..! suskunluğum susturana armağan olsun.

HZ MEVLANA

NOT: Bu yazı http://www.yenidendogus.net/forum/ sitesinden YaRaLiyiM adlı üyenin yazısından alıntıdır!


KUR'ÂN MUCİZESİDİR YAŞADIĞIMIZ "ALTIN ÇAĞ"

Öncelikle belirteyim ki, fakîrin müşahedesine göre...

 

Kur'ân-ı Kerîm'in ana mesajı, ismi “Allâh” olanın, El Vâhid – El Ahad – Es Samed özellikleri dolayısıyla; kendinden gayrına yer olmadığı (lâ gayrıhu) realitesini 1400 küsur yıldır vurgularken; sonunda bu yüzyılda, yaklaşık son 35 yılda da bilim tarafından, varlığın sonsuz sınırsız bir TEK olduğu açıklanmıştır. Bu nedenledir ki, bu çağ beklenen “Altın Çağ”dır! “Altın Çağ” vurgusu,insanlardan açığa çıkacak olan TEK'lik ilminden dolayıdır. Kur'ân-ı Kerîm, bugün bilimsellikle erişilen realiteyi, sistemi, Varlığın hakikatini 1400 küsur yıl önceden bildirmiştir mucize olarak.

Sigaranıninsan sağlığına, beyine zararları tespit olduğu için, başta Amerika olmak üzere, batı ülkelerinden tahtını yitirip; bilimsel bulgu ve gerçeklerden geri kalmış ülkelerde hükümranlığını sürdürmeye çalışması gibi; “MADDECİLİK” de günümüzde bilim dünyasında iflâs etmiş olarak; yalnızca, geri kalmış kesimlerde, madde” tabanlı dinî veya felsefi tartışmalara konu oluşturmaktadır.

Madde” sanısının sadece algısal yanılsama olduğunu keşfeden fizik ve tıb, Şimdilerde beyini çözüme yönelmiştir, bizim 1985'te yazdığımız üzere. Çünkü bütün sırlar, dışsal dünyada değil; algılamakta olan beyinin boyutsal derinliklerindedir. Bu derinlik itibariyle, İsmi Allâh olanın esmâ özellikleri bileşimi olan ismi beyin konmuş yapı, keşfedildiği kadarıyla Rabbine yaklaştıracaktır insanı.

Fizik, günümüzde ulaştığı nokta itibarıyla, artık teori-fizik aşamasına geçmiş; varlığın ve insanın, beyinin, evrensel enerji/wave ya da bilgi/data/ilimden oluştuğu; yani hologram evrende yaşanmakta olduğu realitesi ile yüzyüze gelinmiştir.

Ben” ve “tanrı” anlayışından kaynaklanan, maddeci görüşü baz alan “ATEİSTLİK” ise, bilim dünyasında iflâs etmiştir! Temelini yitirmiştir! Varlığın gerçekte TEK BİR olduğu fark edildikten sonra, bu ikilemden söz edilemeyeceği apaçık ortadadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki “İhlâs Sûresi”, tamamen bu realiyeti kavratmak içindir, düşünebilen beyinlere!

Çünkü “madde” kavramının gerçekliği kaybolmuş; madde-ruh ikilemi tükenmiştir derin bilim alanında; yani fizik bilim gerçekleri üzerine kurulu teori-fizik alanında! İnkâr edilesi, reddedilesi bir “tanrı” kavramı artık kalmamıştır... TEKİL bir varlık gözlenir olmuştur! Bilimsel bulgu ve tespit, “bir ben var bir de ÖTEMDE tanrı var” anlayışına son vermiştir!

Esasen, bilim adamları dünyasında oluşmuş “ateist/tanrıtanımaz”lık; bu bilim adamlarının, yetişme süreci başlangıcında aldıkları, gökteki baba tanrı ve oğlu, anlayışına dayalı din terbiyesinden kaynaklanmıştır.

Milyarla galaksiden oluşan uzay-evren gerçekliği önünde, gökte lokalize olmuş bir tanrının yanından oğlunu yollaması gibi bir saçmalığın sözkonusu olamayacağını fark eden beyinler; bu “tanrı” kavramını reddedip, “ateist”liği seçmişler ve kiliseye karşı çıkmışlardır. Kiliseler de onları afaroz edip, tukaka etmiştir! Oysa bu “ateist” bilim adamları, tanrının var olmadığı (lâ ilâhe) gerçeğini fark etmelerine rağmen; ne yazık ki, Hz. Muhammed (sav)'in açıkladığı Kur'ân-ı Kerîm'e, ismi “ALLÂH” olan bilgisine ulaşamadıkları için son noktayı koyamamışlardır.

Varlığın TEK'liğini bilmelerine rağmen, Hz. Muhammed ve dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'i kabul etmemeleri neyi kaybettirir? Bu konuyu açalım biraz. Çünkü pek çok kişi burada takılmakta; varlığın TEK'liğini bilmek yeterlidir; anlayışında saplanıp kalmaktadırlar.

Kur'ân-ı Kerîm, gerçekte, teklif görünümü altında tespittir! TEK'liği bilmek de insan için, amaç değil araçtır!

TEK'liği bilmenin getirisi şu olmalıdır:

Kişi, ötesinde bir tanrı olmadığını fark ederek; TEK'e kulluk hâlinde yaşamakta olduğunu fark eder; bir. İsmi ALLÂH olanın mutlak sistem ve düzenini (İslâm'ı) fark eder ve buna göre, bir önceki aşamada kendisinden ne açığa çıkarsa, bir sonraki aşamada da onun sonuçlarını yaşayacağını kavrar, iki. Buna göre, varlığını oluşturan Allâh Esmâsı özellikleriyle yapabildiği her şeyi yapmaya gayret ederek, Rabbinin dünyasını buna göre oluşturmasına çalışır, üç.

TEK'liği fark etmek, TEK'ten çoka bakmayı getirmiyorsa yaşamda, henüz TEK'lik hakkıyla hissedilmemiş, gereği yaşanmıyor, olay sadece bilgi boyutunda kalmış demektir. Çoktan TEK'e bakış, hiçbir zaman tüm cevapların algılanmasını sağlamaz.

Mevlâna'dan Nakşıbend'e, Gazalî'den Geylânî'ye, Yunus'tan Hacıbektaş Velî'ye kadar tüm tasavvuf ehli, hep, TEK'i fark edip kavramakla kalmamış, bunu yaşamlarının her anında hissedip açığa çıkararak ömür sürmüşlerdir. Böylece, kendilerini yakan şeylerden kurtulmuşlar huzura ermişlerdir.

İşte, önce TEK'i fark etmek, yegâne kurtuluş “kapısı”dır bu yüzden! Bu yüzdendir ki TEK'liği fark etmenin en açık seçik yolu da, mecaz-misaller dünyasından sıyrılıp; günümüzdeki bilimsel bulgulardan yararlanmaktır. Zira, bilimsel bulgular dahi, ismi Allâh olanın iliminin, insan adı altında açığa çıkardığı en değerli “rızık”tır! Şuur sahiplerine bahşedilen bu “rızık” da, “altın çağ”ı oluşturan beyinlerin rızkıdır!

Evet, şimdilerde “ALTIN ÇAĞ”ı yaşamaktayız, çünkü...

Bilim, çok çok önemli bazı bulgular elde etmiştir:

     a.   Bilim, beynin dalga boyları (wave) olarak kendisine ulaşan data/bilgiyi işleyip; sonucuna göre, kendi içinde, bu dalgaboyu/hologram dünyasında yaşamakta olduğu gerçekliğini görmüştür.

     b.   “Madde”, yalnızca algılayıcılara GÖRE var kabul edilir. Tüm algılayanlar, gerçekte, dalgaboyu/data/bilgi evrenin, algılama kapasitelerine giren bilgi karesi ile muhatap olmaktadır. Mutlak evreni algılamak imkânsızdır.

     c.   Maddenin hakikati sorgulanmış ve bulgularla, madde diye gerçekte ayrı-özel bir şey olmadığı; evrenin, tümüyle TEKİL bir enerji (kudret açığa çıkışı) ve data/bilgi/wave okyanusu olduğu sonucuna ulaşılmıştır ki; bu yapıda her şey tekil bir hologramdan başka bir şey değildir. (“TEKİN SEYRİ” isimli kitabımızda bu konuyu tüm detayları ile okuyabilirsiniz.)

Bunları biraz daha açalım, konulara fazla yakınlığı olmayanlar için...

Kesinlikle bilelim ki... Algıladığımız ve üzerinde fikir yürüttüğümüz her şey, çeşitli dalgaboylarını/bilgileri beynimize ulaştıran; -gene gerçekte, dalgaboyu yapı olan- organlarımızdan gelen; data/bilginin beyin tarafından çözümlenmesiyle ortaya çıkan yorumlardır. (Konunun detayları “Beynindeki hologram dünyan” isimli yazımızda incelenebilir.)

Gerçekte, orijini itibariyla, enerji/dalgaboyu/bilgi paketi olan, beyin ismi takılmış yapı; kendisinde açığa çıkan bilgi sentezi sonucu “ben”lik kazanır ve bilgisine göre oluşmuş “hologram dünyaSINDA” yaşamına devam eder, sonsuza dek ölümsüz olarak.

Bu bilgi toplamı varlık (şuur/insan), varlığında açığa çıkanların tamamını, kendi orijininin, sonsuz sınırsız TEK'in, potansiyelinden ve ilminden alarak varlığını sürdürür. Her birim gibi! Çünkü gerçekte TEK BİR var olmasına karşın; algılayan farklılıkları, çoklu varlık boyutu algısını oluşturur.

Şuur (insan), ölümsüzdür; çünkü varlığının orijini ölümsüzdür! İlimdir “insan” (RUH'tur/Esmâ özellikleri bileşimidir)!.. Beden/hayvan ise tükenir, dönüşüme girer!

Bu itibarla, şuur olan “insan”, ölüm (bedensiz yaşamı tadarak) ile, yani beden denen algılama organına-aracına veda edip, oluşmuş bilgi-şuur potansiyeli ile farklı algı boyutunda yaşamına devam eder.

Şuur (insan), ismi ALLÂH olanın ruhu (esmâ özellikleri) ile varolmuş ruhtur; beden dünya yaşamındaki varlıkların oluşma süreç ve şartlarına tâbi bineği, ya da içinde bulunduğu boyutu algılama aracı/organlarıdır.

Bu konunun içsel yönüydü. Dışsal yönüne gelince...

Geri kalmış toplum fertlerinin fark edemediği, milyarla galaksinin yer aldığı evrende yaşamamız realitesi... Milyarla galaksi şimdilik tespit edilebilen! Ve de Tüm bilgilerimiz, evrensel enerjinin yüzde 4'ünün oluşturduğu bir alan... Yüzde 96 ise bugünkü bilime göre karanlık hâlâ!

Bunun bir ötesi daha var...

Algılayana ve algılanana GÖRE var olan mekân ve zaman kavramlarının; varlığın hakikati itibarıyla hiçbir anlamı olmadığını kavrayabilirsek...

Madde kavramına ve temeline dayalı tüm felsefi ve dinî tartışmaların günümüz realitesi önünde çoktan iflâs etmiş olduğunu ve konu edilemeyeceğini görürüz!

Dolayısıyladır ki, bilimsel gerçeklik dünyasında, yukarıda ya da ötende, yönetici bir tanrı veyainsanlara merhameti dolayısıyla oğlunu yollamış bir tanrı anlayışlarının tümüyle geçersiz olduğu aşikârdır!

Güneş bir mânâda batıdan doğmuş; bilimsel bulgu ve bilgiler, insanlığı önüne katmış, “illâ ALLÂH” anlayışına yönlendirmeye başlamıştır!

İşte bu yüzdendir ki son 34 yılda -yani hicrî yüzyılın başında- “ALTIN ÇAĞ”a girmiş bulunuyoruz!..

ALTIN ÇAĞ” dedim çünkü...

Kur'ân-ı Kerîm'in vurguladığı, “Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur; sadece ALLÂH - Lâ ilahe illâ Allâh” gerçeği, günümüz bilim dünyası tarafından da reddedilemez bir şekilde açığa çıkmıştır.Madde Dünya ve madde Evren anlayışı tümüyle iflâs etmiş; “SADECE ALLÂH” realitesi bilimsel bulgu olarak açığa çıkmıştır; henüz toplumun çoğunluğuna yansımasa da!.. İnsanların çoğunluğu hâlâ madde, et-kemik toprak dünyasında yaşadığını veya yaşayacağını sansa da!

Kur'ân-ı Kerîm'de, Rasûlullâh (sav) açıklamalarında ve dahi Hz. Musa ve Hz. İsa tarafından anlatılmış teşbih/benzetme, misal, mecaz yollu pek çok konunun mahiyeti ve oluş mekanizması artık fark edilebilir hâle gelmiştir. Meselâ “semâ” kelimesi hem uzay anlamına gelir hem de kişinin boyutsal oluşum derinliğine işaret eder. “Nüzûl” kişinin orijin (Rububiyet) boyutundan bilinç/farkındalık alanına iniş anlamındadır. (Bu konunun tüm detaylı açıklamaları “Kur'ân-ı Kerîm Çözümü” isimli kitapta mevcuttur. www.ahmedhulusi.org adresinden okunabilir veya indirilebilir.) Buna rağmen bütün bildiklerimiz Allâh'ın bildirdikleri kadardır. Yani, TEK'in, bizler adı altında açığa çıkardığı bilgi kadarıyladır. Elin, beynin hükmü ve iradesiyle hareket etmesi misalinde olduğu gibi!

Kur'ân-ı Kerîm'in iki ana temel vurgusu vardır.

     a.   Sadece ismi “ALLÂH” olan vardır O'ndan gayrı “yok”tur (lâ gayrıhu)!..

     b.   İnsan Rabbine (beyninin orijini olan Allâh Esmâsı bileşimine) kulluk (esmâ özelliklerini açığa çıkarmak) için yaratılmıştır Rabbi tarafından; Rabbi, varlığını oluşturan Allâh Esmâsıdır, dışardaki bir tanrı değil. Rab dilerse, O'nu, kendinde bulup tanıyabilirsin!

Şimdi bu iki realite de, teori-fizik ve tıp noktasından şöyle dillendirilmektedir:

Evren diye bildiğimiz, gerçekte, tümüyle bilgi/ilim olan, dalga/wave okyanusudur. Buna sınır getirmek imkânsızdır. Çünkü henüz bildiğimiz alan yüzde 4'tür. Gerisi dark madde ve dark enerjidir, ilimdir. Evrendeki tüm oluşumlar ve çevremizden tüm algıladıklarımız, bu bilgi dalgalarının, ismi beyin olan tarafından çözümlenmesiyle açığa çıkmaktadır. Bu TEK için, zaman ve mekândan veya bugüne kadar algıladığımız hiçbir sınırlayıcı kavramdan söz edilemez!.. Beyinler/şuurlar, varlıklarını oluşturan bilgi/ilim kapasitesi kadarıyla oluşan kendi dünyalarında yaşarlar; algılama organlarının alanına giren boyuttan algıladıkları kadarıyla. Evren içre evrenler, algılayanlara GÖREdir. Gerçekte ise TEK BİR vardır!

Mutlak REALİTE (ismi Allâh olanın Zâtı/gayb el guyub) ise asla bilinmez!

Evren içre evrenlerin orijini olan Wave/dalga/data/bilgi okyanusu, esasen Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilen Allâh isimlerinin işaret ettiği özellikler toplamı tekil potansiyelden başka bir şey değildir. Her şey bu boyutta/planda olup bitmiştir ismi Allâh olan ilminde.

İnsan” adı verilmiş, gerçekte bedensiz, bir esmâ bileşiminin oluşturduğu şuur varlık; her an, ismi beyin, orijini dalga/bilgi paketi olan yapısı itibarıyla, algılama alanına girenleri kâh seyredip kâh onlara yön vererek yaşamını sonsuza dek sürdürecektir. Zira, o isim ardındaki varlık, RAB ismiyle anılan Allâh Esmâ özellikleri bileşimidir.

Eğer burada anlatılan TEK'liği ve TEKİL'liği kavrayabilirsek görürüz ki...

Kur'ân-ı Kerîm'de tanımlanan ismi “ALLÂH” olan, evren içre evrenleri ilminde ilmiyle yaratıp ilminde seyreden, bunu tek kare (AN) olan da yaşarken (El HAYY); tüm seyrinde olduklarından da berîdir Zâtı itibarıyla (münezzehtir)!..

Ez Zâhir'dir (evren içre evrenler olarak sonsuz Esmâ bileşimleri olan yaratılmışlar) her AN yeni bir şe'nde (oluşta) iken; El Bâtın oluşu itibarıyla da Zâhirle sınırlanmaktan münezzehtir!

“İnsan”, ne kadar Kur'ân-ı Kerîm'deki mecaz, misâl, benzetme yollu anlatılan realiteleri çözebilirse, o kadarıyla gerçekleri fark eder ve “ALTIN ÇAĞ”ı daha iyi değerlendirir.Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi olarak nasıl bir mucize olduğunu daha iyi fark eder. İslâm'ın, Allâh'a teslim olmak değil; ismi Allâh olana teslim olunmuşluk, anlamına geldiğini anlamanın huzuruyla yaşamak için bildirildiğini fark eder.

Esasen bu alanda sorulacak pek çok sorunun cevabı da vardır ama ne çare ki o kadar detaya girmek istemiyorum.

Bu yazdıklarımın anlaşılması da yıllar alacaktır. Muhtemelen sonuçlarını görmeyeceğim. Ama önemli olan, zaman içinde, birilerinin yazdıklarımın gerçek olacağını tasdik etmesi. 1985'te Dünya'nın sonunun Güneş içinde eriyip kaybolmak olduğunu yazmıştım. (“İNSAN VE SIRLARI” kitabında “Dünya'nın âkıbeti Güneş'e yolculuk” konusunu okuyabilirsiniz. İlgili hadisleri inceleyebilirsiniz.) Bugün batıda okullarda okutulan bu gerçeği, Türkiye'de hâlâ reddeden sayısız müslüman varken; bugün yazdıklarımın da çoğunluk tarafından anlaşılacağını beklemek elbette yanlış olur. Dolayısıyla şimdilik daha fazlasını yazmaya gerek yok.

Şimdilik bu konuda sadece şu kadarını ekleyebilirim... Şu an ki yaşamda, varlığın aslı, nasıl data/wave/bilgi boyutu ise, buna rağmen, biz madde algısıyla yaşıyorsak; bundan sonraki tüm yaşam evrelerinde de gene aynı hissediş ve kabul, devam edecektir hemen hemen genelimiz için... Tasavvufî deyimiyle, yaşarken perdesi kalkmışların algıladıkları boyutsallık ise elbette ki bu anlattığımızdan farklıdır ki; onu da ancak yaşayan bilir. Tarifi, anlatılması mümkün değildir.

Biline ki... Bu nesil “ALTIN ÇAĞ” neslidir. Kur'ân-ı Kerîm bilimsellikle de tasdik edilmiştir. Olay farklı isimlerle tanımlansa da!

Rasûlullâh Hakk'tır; tüm bildirdikleri evrensel gerçekliklerdir. Ölümle birlikte yaşanacak olan sorgulama mekanizması; kâbir yaşamının cennet veya cehennem yaşamı hissiyatı içinde devam etmesi; mahşer süreci ve bu süreçte yaşanacakları bildirilenler; nihayet kişilerin cehennem veya cennet olarak bildirilen boyutlarda yaşaması hakkındaki Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlullâh (sav) açıklamaları Hakk'tır gerçektir. Ancak bunların hepsinin nasıl olacağına dair açıklama ve yorumlarımız da mevcuttur. (Bu konunun detaylarını “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitaptan okuyabilirsiniz www.ahmedhulusi.org sitesinde.)

Kur'ân-ı Kerîm baştan sona Hakkı bildirmektedir!

“OKU”yabilene!..

 

NOT: “BEN”liğinizi kurban ettiremediyse bu bilgiler; bir bayram daha kurbansız geçti; bilgi ile sanki “hac” yapıldı TEK'e erildi, velâkin, “benlik” kurban (ve nahr) gerçekleşmedi; demektir! 1434 Hac Bayramınız Mübarek olsun.

 

ALLÂH
Beynin Hologram Dünyası
Akıl ve İman
Kader nedir?
Yaşamın Gerçeği

 

AHMED HULÛSİ

11 Ekim 2013

Raleigh, NC, USA

 

 

TUTARSIZLIK MI, YETERSİZ VERİ TABANIYLA BAKIŞ MI?

Yazımda tutarsızlık gören isimsiz kardeşime sevgilerimi sunuyorum.

Michael Talbot'un uzun zaman önce yayınlanmış “Holografik Evren” kitabını okuyabilir. Evren, son teori-fizik tespitlerine göre tümüyle TEK'il bir wave/dalga okyanusudur ve bu yapı içinde çeşitli dalgaboyu birikimleri/bileşimleri diyebileceğimiz bölümlerin birbirini kendi orijin yapılarıyla çözmeleri söz konusudur. Dolayısıyla beyin de orijini itibarıyla bu yapıdır ve bu boyutuyla hem madde diye isimlendirilen alanı çözmektedir hem de madde algısını yaratmaktadır. Madde algısı beynin yaratısıdır ama madde beyin değil! Beyin, orijiniyle madde değildir. Yazıdaki renkli link kelimeleri tıklanarak bunların referansları incelenebilir. TEK'lik hissiyatı ve düşüncesi “insan” var olduğu andan itibaren yer yer, zaman zaman hissedilmiştir elbette.

Tasavvuf, Kurân'ın RUHU'nu hissetmek ve yaşamaktır. Edinilmiş bilgiyle taklidî davranışları uygulayarak kendine müslüman dedirtenler konumuz dışındadır. Müslümanlık ayrıdır, İslâm ayrıdır. Geneldeki yanılgı müslümanlara bakarak İslâm'ı yargılamaktır. Müslümanlık, İslâm değildir. Ben KUR'ÂN ruhuna uygun İslâm'ı konuşuyorum; müslümanları değil! Mevlâna'nın, Hacı Bektaş Velî'nin, Geylânî veya Nakşıbendi'nin anladığı İslâm'ı anlıyorum, anlatıyorum. Hz. İsa'nın demek istediği hakkındaki yorumunuza katılıyorum ama İncil maalesef günümüzde okunan hâliyle kutsal kitap değildir. Havarilerin mektuplarıdır. İsa'nın orijinal sözleri değildir. Yani, İslâm'daki hadis kavramı düzeyinde bile değildir.

“ALLÂH” konusu ise başlıbaşına irdelenmesi gereken bir konudur. “ALLÂH” isimli kitabımda açıkladım www.ahmedhulusi.org adresinde okunup, karşılıksız indirilebilir. Kur'ân, “ismi ALLÂH” diyerek neye işaret ediyor, düşünmek lazım. Bunun başına “B” harfini getirerek! “B-ismi-Allâh...” Bunu söyleyenin varlığında kendisinden başka bir varlık olmadığına dikkat çekiyor. Bunun açıklaması da ilgili kitapta vardır. “İlahüküm ilahün Allâh” demek, “Allâh, ilâhtır” demek değil, “ilâh diye düşündüğünüz gerçekte Allâh'tır”; demektir. Aradaki fark; “Allâh” ismiyle işaret edilenin ne olduğu fark edilirse anlaşılır. Burası yeri olmadığı için daha fazla detaya girmeyeceğim. İsteyen yukarıdaki adresten “KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ” isimli çalışmamı okuyup, çok daha detaylı bilgi edinebilir.

Sonuç; VARLIK TEK'tir, her bilgi boyutu/bileşimi itibarıyla kendi kendini seyretmektedir. Bu gerçek yanısıra “benlik” ise, insan adı verilen yapının cehennemidir. Çünkü bütün “cehennemî yanışlar” benlikten kaynaklanmaktadır. “TEK'İN SEYRİ” isimli kitabımı okumanız tavsiyesiyle sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Yazı eğer linklerdeki referanslar değerlendirilip beyin ve hologram evren konuları ile birlikte baştan okunursa, çok daha farklı anlaşılacaktır kanaatindeyim.

 

AHMED HULÛSİ

 



Kaynak: http://www.ahmedhulusi.org/yazi/kuran-mucizesidir-yasadigimiz-altin-cag.htm#ixzz3Ek3sIpuc 
Follow us: @AhmedHulusi on Twitter

 

 

Allah (cc)'ün Hz. Muhammed (sav)'e ilk emri "İKRA-OKU": “Oku! Yaradan Rabbinin adı ile! O, insanı bir kan pıhtısından / aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir.” (96 / Alak Suresi, 1-5) "

***
***
Duyuru Panosu
SİTEMİZE HOŞGELDİNİZ... "http://oku-ilahiemir.tr.gg//" İSİMLİ SİTEMİZ 01.09.2008'DEN BERİ YAYIN HAYATINA DEVAM ETMEKTEDİR!
SİZLERİ HEM BİLGİLENDİRMEK HEM DE HOŞÇA VAKİT GEÇİRTEBİLMEK GAYESİNDEYİZ...
SİTEMİZ ASLA TİCARi AMAÇ GÜDÜLMEKSİZİN SADECE ALLAH RIZASI İÇİN HİZMETE SUNULMUŞTUR!..
***
HABERLER OKU
GÜNCEL HABERLERİ OKUMAK İÇİN,
HABER LİNLERİNİ TIKLAMANIZ YETERLİDİR.
***
ip adresi
***
View Cevdet Akburu's profile on LinkedIn
***
***
***
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol